Bir Zamanlar Müzik Vardı: 90’ların Kayıp Ezgisi
Bazı yıllar vardır ki yalnızca kronolojik birer tarih değil; duyguların, aidiyetlerin ve kimliklerin içine kazınmış bir yaşam hâlidir.
Türkiye için 1990’lar, müziğin gündelik rutinin ötesine geçip bireyin varoluşsal dokusuna karıştığı yıllardı. O yıllarda müzik sadece dinlenmezdi; hissedilir, paylaşılır ve yaşanırdı. Şimdi, geriye dönüp baktığımızda yalnızca şarkıları değil, o şarkıların taşıdığı heyecanı, ritüelleri ve ortak hafızayı arıyoruz.
Bir kasetin raflardan alınıp büyük bir özenle çalara yerleştirildiği ânın taşıdığı anlam, bugün tek tıkla ulaşılan binlerce şarkının toplamından daha fazlasıydı. Kasetçilerin önünde sabırla bekleyen gençler, bir albüm kapağının rengine dokunurken aslında zamanın ruhuna da temas ediyordu. Müziğin dolaşımı fizikseldi; kokusu vardı, dokusu vardı ve hepsinden önemlisi, hatırlanacak bir hikâyesi vardı.
Radyo o dönemde yalnızca bir yayın aracı değil, bir bağ kurma biçimiydi. Tanımadığın bir sese gönderdiğin istek şarkı, tanıdık bir duygunun yankısıydı. Müzik, yüzünü hiç görmediğin birine ulaşmanın en samimi yollarından biriydi. Rastlantısallığın içindeki anlam, bugün algoritmaların hesaplıca sunduğu önerilerde yok.
Televizyonda yayınlanan bir klibin saati yaklaştığında evde oluşan kolektif dikkat hâli, şimdilerde ancak nostaljik bir hayal gibi anımsanıyor. Müzik programları salt eğlence değil, bir kuşağın duygu arşiviydi. Konserler yalnızca sahne performansları değil, kamusal alanın ritmik şekilde nefes aldığı mekânlardı.
Ve evet, o zamanlar müzik müşterekti. Aynı melodide buluşan binlerce beden, tek bir yürek gibi çarpardı. Bu yüzden müzik bireyden çok bir topluluğun sesiydi. Ortak yaşantının akoruydu. Bugünse bireysel kulaklıklarda yankılanan binlerce ses arasında, bir sessizlik hüküm sürüyor. Duygular çeşitlendi ama derinlik kayboldu. Hız, tüketimi kolaylaştırdı; fakat iz bırakmayı zorlaştırdı.
Artık bir şarkıya ulaşmak saniyeler sürüyor. Ancak bellek onu birkaç gün içinde siliyor. Oysa bir zamanlar bir albüm, aylarca dönüp duran bir anlatıydı. Şimdi ise şarkılar, geçici başlıklara dönüşmüş parantezler gibi.
Ve insan sormadan edemiyor:
Acaba az ulaşılan mı değerliydi gerçekten?
Bir kasetin peşinden düşülen yolculuk mu daha anlamlıydı, yoksa her şeyi elinin altına seren dijital bolluğun içindeki kaybolmuşluk mu?
Radyoda tesadüfen karşımıza çıkan bir ezgi mi daha büyülüydü, yoksa bilinçli tıklamalarla açtığımız tanıdık sesler mi?
Birinin farkında olmadan çektiği, zamanın içinden süzülen o tek karelik fotoğraf mı daha sahiciydi, yoksa onlarca pozun içinden seçilen, filtrelerle parlatılmış olan mı?
Bazı deneyimler vardı ki kendiliğinden oluştuğunda anlam kazanırdı. Planlanmamış olanın zarafeti, kendini en çok müzikte gösterirdi.
Bugün müzik her yerde ama belki de tam da bu yüzden, artık içimizde değil.
Çünkü müzik yalnızca ses değil; belleğin, tesadüfün ve duygunun ritminde yaşayan bir hatıradır.
Ve o hatıra…
Galiba sessizce bir yerlerde çalmaya devam ediyor.
Biz, sadece duymayı unuttuk.